Selim geçirdiği kazadan dolayı bir süredir evinde, yatağa uzanmış iyileşmeyi bekliyordu. Okul bahçesinde arkadaşlarıyla koştururken ayağı takılmış kendini yerde bulmuştu. O an sıcaklıktan olsa gerek pek bir şey hissetmemiş ayağa kalkmaya çalıştığı gibi kendini yine yerde bulmuştu. Yanına gelen nöbetçi öğretmen eliyle yokladığında Selim’in bacağındaki kırığı fark etmiş hemen vakit kaybetmeden hastaneye yetiştirmişti.
Selim iç sıkıntısıyla, “Anne ne zaman iyileşeceğim… babamla ve İlyas Amcayla birlikte tekrar denize açılmak istiyorum. Ya da arkadaşlarımla birlikte oyunlar oynamak, koşabildiğim kadar koşmak istiyorum ama olmuyor, burada hiçbir şey yapmadan daha ne kadar duracağım?” diye sordu karşı koltukta oturmuş dinlenen annesine. Annesi tekli, gri koltuktan kalkıp oğlunun yanı başındaki diğer koltuğa geçti. “Geçecek oğlum geçecek… sana televizyonu açmamı ister misin bakiyim? Belki senin sevdiğin çizgi filmlerden biri vardır, olur mu?”
“Yok anneciğim. Canım televizyon izlemek istemiyor. Anne acaba kalkıp yürüyebilir miyim? Hem belki iyileşmişimdir… boşu boşuna burada vakit kaybetmek istemiyorum ne dersin?”
“Olmaz öyle şey Selim… doktor en az iki hafta ayakları üstüne basmayacak dedi… eğer vaktinden önce zorlarsan bacağın daha kötü hale gelebilir. Bak geçen gün bir kitabı karıştırırken güzel bir hikâyeye denk gelmiştim. Biraz bekle onu getirip sana okuyayım. O hikâyede de senin gibi aceleci bir karakter var. Bekle bi’ tanem.”
Annesi ayaklanıp kitaplığın bulunduğu çalışma odasına doğru giderken Selim onun gibi hareket edemememin can sıkıntısıyla öfleyip pöfledi. Annesini beklerken içinden, hikâye de nerden çıktı, ben dışarda koşturmak, top oynamak istiyorum, diye söyleniyordu.
Nihayet annesi elinde bir kitapla geri geldi. Eski yerine konumlanıp hikâyenin bulunduğu sayfayı açtı. “Evet hazır mısın? Biliyorum daha önce böyle şeyler yapmadık seninle, ama bence televizyon izlemekten, video oyunu oynamaktan daha yararlı bir şey bu… artık fırsat buldukça sana masallar, hikâyeler okuyup anlatıcam Selimciğim… Hazırsan başlıyorum.”
Selim çok da istekli olmasa da en azından biraz vakit geçer diye, “Tamam anneciğim dinliyorum seni,” dedi. Annesi bir öksürükten sonra hikâyeye başladı:
“Kış mevsimi beyaz rengiyle hissettirdi önce kendini. Ağaçların bile iliklerine kadar dokunan soğuk diğer canlıları yuvalarına gönderdi. Kara ayı yeterince yağlanmış olarak sıcak mağarasında uykusuna dalmıştı bile. Bozkurtlar açlığın çağrısına uyup yan yana gelmiş, tek başına olmanın zorluğunu sürü olarak aşmak için ava çıkmışlardı. İğne yapraklıların haricinde ağaçlar çıplak gövdeleriyle zemheri soğuğunu atlatmaya çalışıyorlardı.”
“Ağaç olmak istemezdimmm… ” dedi Selim. Annesi gülümseyip devam etti:
“Dünya döndükçe zamanın elleri, mevsimleri ince ince dokur, karlar erir, yağmurlar yağar, bulutlar bir yandan diğer yana akar. Zaman sıkıntıda olan için cıva gibi ağırdır, geçmek bilmez, ağırlığıyla çöker üstüne, unutturmaz kendini.
Küçük tomurcuk da dalın derisinin altında böyle huzursuz öfleye pöfleye tüketiyordu anını. İçinde hissettiği fakat daha önce hiç şahit olmadığı doğumun, güneşin ve göğün güzelliğini düşünüyordu. Bu onu mutlu kılan ve kıpırdatan bir duyguydu. Bir an önce dünyaya gelmek, kendini doğaya açıp ona dokunmak istiyor ancak bunun olacağına ilişkin bir işaret göremeyince üzülüyordu.
Küçük tomurcuk, güzelliği ve kokusuyla herkesi büyüleyen bir çiçek olduğu an her şeyden mutlu olacaktı. “Bir bahar gelse. Ah bir bahar gelse.”
Ağacın teninin altında tomurcuk halindeki henüz doğmamış çiçekler, böyle kendi hallerinde kıpır kıpır yaşarlarken dışarıda yağmur ve rüzgâr vardı. Sonra gün karardı, ay belirdi kendi sarsılmaz yerinde. Ayın utangaç bir hali vardı. Mümkün olduğunca kendini saklamak isterdi. Bunu bazen bulutların ardına gizlenerek bazen de yarısını göstererek kısmen başarıyordu. İmkânı olsa güneşe bırakırdı yerini.
Ardından ayın da istediği gibi güneş tüm parlaklığıyla doğmuş, utangaç ay çekilmişti gözlerden ırak başka bir yere. Mutluydu güneş, alabildiğine ışıyor, ısıtıyordu. Toprak sıcaktan kendine gelmeye başlamıştı. Kış bitmeden bahar gelmiş gibi sıcak bir gün yaşanıyordu.
Buna ilk tepkiyi verenler ağaçlar oldu. Gövdelerinde, tenlerinin altında sakladıkları tomurcukları bir bir açığa çıkardılar. Dallar ak, kokulu çiçeklerle dolup taştı. Bizim küçük tomurcuk için de bu sürpriz durum bir düğün gibi heyecanlı, mutlu bir zamandı.
Güneşin ışıklarını içine çekiyor, “nihayet kavuştum sana ey hayat, sonunda bahar geldi,” diyordu. Sevinci görülmeye değerdi. Ağacın dalına konan ötüşen kuşlara gülümsedi. Kuşlar da onu sevdiler. Küçük çiçek mutluydu her şeyden. “Keşke” diyordu, “bu sonsuza kadar sürse. Dayanamam bitmesine.”
Zaman aktı, bu kez cıva gibi değil, yokuş bulmuş su gibi hızla geçti. Güneş kendini bulutların ardına gizledi. Hava birdenbire soğumaya başladı. Sanki bir büyücünün kötücül eli doğaya dokunmuş her şey tersine dönmüştü.
Küçük çiçek üşüyordu. Korkuyordu. Akşama doğru sıcaktan hiçbir iz kalmadı. Titreşen dallarda çiçekler ağır ağır donmaya başladılar. Küçük çiçek donan gözyaşlarıyla birlikte dalından koptu. Anlam veremediği bir şekilde mutluluğundan ayrıldı, düştü. Tüm çiçekler yalancı bahara kanmış, kanamışlardı.”
“Çok üzücü…” dedi Selim.
“Evet ama aynı zamanda öğretici de… peki ne anlatıyor bu hikâye söyle bakalım.”
“Anladım anneciğim. Her şeyin bir zamanı var… ve benim de iyileşmem için beklemem lazım, yoksa bu tomurcuk gibi düşerim dimi”
“Afferim akıllı oğluma benim.”
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Selim anne babasıyla birlikte doktorun yolunu tuttu. Doktor çektirdikleri filmi inceledikten sonra bacaktaki kırığın kaynamış olduğunu ve artık alçının çıkarılabileceğini söyledi. Alçılar çıktıktan birkaç gün sonra Selim nihayet okula dönmüştü. Ve bir tomurcuk olmadığı için mutluydu.
***
Annesinin, alnına dokunan eliyle uyandı Selim. “Uyandın mı yavrum… ateşine bakıyordum… bugün daha iyisin.”
“Evet anne… daha iyi hissediyorum kendimi. Ama çok acıktım…”
Annesi hemen ayağa kalktı, “ben şimdi oğluma güzel bir kahvaltı hazırlarım, o da karnını doyurur…”
“Teşekkür ederim anneciğim,” dedi Selim annesinin arkasından.
Erkan K.