Cennetin içindeyken masmavi duru deniz, pamuk pamuk bulutlar, yağmurda kendini yıkayan serçeler, kuş sesleri, toprağın ve çiçeklerin kokusu, ciğerleri şenlendiren tertemiz hava… Kısaca, tüm yalınlığıyla doğanın yanı başındayken tüm bunları görmek için göz, kulak, ten yeterli olmuyor. Akıl da şu anda, şimdinin güzelliğinde olmalı, eğer kapıları kapamışsa yaşama ve cennete, tenine dokunan bile uzak kalır insana.
İnsan kendine de gözlerini kapar her nedense. Sayısız güzelliklere, zenginliklere sahiptir, oysa ona sorsanız dünyanın en fakir, en talihsiz, en hasta inanı kendisidir. Aklı kendi gerçekliğinden başka, diğer insanların varlıklarına takılıp kalmıştır. Oysa en yalın anlamda yaşıyor olmak bile büyük bir zenginlik değil midir?
Hırslarımız, içimizde taşıdığımız ve bizi günden güne tüketen bir virüs gibi. Tutkularımız ölümcül, yaşamla besleniyor, ânımızı öldürüyor. Bu mülkiyet sevdası, sahip olduğumuz, elimizle dokunduğumuz ve benim dediğimiz ne varsa öldürüyor. Kuşları sesi için kafese kapatıyor, kedileri köpekleri evlere tıkıyor, yine sevdiğimiz kadınları, erkekleri evcil hayvanlara çevirmeye çalışıyoruz. Mülk aşkı hep bir kapatma, hapsetme tutkusuyla birlikte geliyor. Sahip olmaya çalıştığımız varlıkların gardiyanlığını yapıp bir de onları ödüllendirdiğimiz yanılgısı içinde gülümsüyoruz.
İnsan öncelikle kendini serbest bırakmalı, dışarıdan zihne dolan tüm ölümcül düşünceleri bir bir dışarı atmaya çabalamalı. Yalnızca özgürleştiren, yaşam coşkusunu artıranlar kalmalı bize. Dayanışma, paylaşım, anlayış, hissetme, empati art niyetsiz, beklentisiz sevmek, mülkiyet tutkusundan uzaklaşmak, verici olmak, durgunlaşmak. Ancak durgunken güzelliğin cıvıltılı sesini duyabiliriz çünkü.
Erkan K.