1
KÜÇÜK ADA
Uçsuz bucaksız su dünyasının orta yerinde küçük bir nokta gibi duran ufacık bir ada bulunurdu. Kimsenin yerini bilmediği, haritalarda bile gösterilmeyen bu adacık eski günlerini sık sık aklına getirir, üzülürdü.
Gözleri arkadaşlarını arar, yalnızca suyun durgun olduğu zamanlarda su yüzeyinde bir karaltının haricinde onlara dair hiçbir iz göremezdi.
“Hepsi suların altında, ne kadar da mutludurlar şimdi orada,” dedi küçük Ada.
Küçük Ada aklına arkadaşları geldikçe kendine engel olamayıp ağlardı. Kim bilir kaçıncı kez gözyaşlarının ıslattığı hüzünlü sesi bu su dünyasında boşluğa karışmıştı. Bazen bu sesi merak edip onun yanında biten birileri olur sonra kaybolurdu.
Yine böyle bir gün meraklı bir yunus, başını suyun dışına çıkarıp baktı ona. “Ne oldu? Neden ağlıyorsun?” diye sordu merakla. Kendinden başka birinin sesini duymanın heyecanıyla küçük Ada yumduğu yaşlı gözlerini açtı.
“Hiç,” dedi Ada “bazen kendime engel olamam da… ağlarım öylesine. Böyle tek başına olmak sıkıcı. Beni duyup geldiğin için teşekkür ederim balık kardeş.”
“Balık mı?”
“Balık değil misin sen?”
“Ihh değilim. Denizde yaşayanların tümüne balık denmesi ne tuhaf. Bana rengimden dolayı Akça derler. Mümkünse sen bana Akça de olur mu?”
“Memnun oldum Akça. Sen de bana Ada diyebilirsin.”
“Ben de memnun oldum Ada.”
“Biliyor musun çoğu zaman sesimi duyan kimse olmaz. Birkaç arkadaşın dışında bir gelenin yüzünü bir daha görmedim. Ben de sıkıntımla baş başa kaldım hep…”
“Yalnız mı hissediyorsun kendini? Ama neden?” diye sordu Akça yunus.
“Bir zamanlar suyun altındaydım. Orada, hep yanımda olan bana benzer arkadaşlarım vardı. Sonra…”
“Sonra ne oldu… nereye gittiler? Neden seni burada bıraktılar?”
“Yok kimse beni bırakmadı… önceleri sırtımdan sıcaktan erimiş kayalar akardı… sonra bunlar soğuyup taşa dönüştü ve yükseldi… sonunda da kendimi suyun dışında buldum. Her şey çok hızlı oldu. Bir sabah gözlerimi açtığımda kendimi güneşe bakarken buldum…”
Akça yunus, Ada’nın söylediklerini dikkatle dinlerken bir yandan da onun çevresinde dönüp duruyordu. Gerçekten de Ada’nın sağında ve solundaki lav akıntı izleri vardı… Ada’ya biraz daha yaklaşıp, “Demek ki sen önceleri ateşten bile sıcakmışsın… hiç canın yanmıyor muydu?” diye sordu küçük Ada’ya.
Ada gülümseyip, “ıhh hayır… sıcağı hissetmedim hiçbir zaman, çünkü onunla aynı yerden geliyorum,” dedi.
Akça, söyleneni tam anlamasa da “hmm peki,” deyip başını salladı.
Bir süre ne Akça’dan ne de Ada’dan hiç ses çıkmadı. Sanki her ikisi de kendi içlerinde düşüncelere dalıp, daldıkları düşüncelerde yüzüyor gibiydiler. Sessizliği bozan Ada oldu. “Akça kardeş senden bir şey istesem yapar mısın?”
Yunus merak ve yardım etme isteğiyle, “Elbette, yapabileceğim bir şeyse neden olmasın ki,” diye yanıt verdi ve Ada’nın ne söyleyeceğini merakla bekledi.
“Daha önce de birkaç kişiden istemiştim bunu ama gidip bir daha geri dönmediler. Ben arkadaşlarımı çok merak ediyorum. Eminim onlar da beni merak ediyorlardır. Rica etsem benim iyi olduğumu onlara söyleyip bensizken neler yapıyorlarmış onlara sorabilir misin?”
Adacığın ondan istediği şey kendisi için çok kolay bir şeymiş. “Sen merak etme küçük Ada ben şimdi aşağılara dalar arkadaşlarının yanına giderim…” deyip suyun içine daldı yunus.
Suda en son kuyruğu görünüp kaybolan yunusun ardından bakan küçük Ada çok heyecanlanmıştı. En sonunda dostlarından haber alabilecek olmanın mutluluğuyla, “umarım geri gelir…” dedi mırıldanarak. Gözlerini Akça’nın en son göründüğü yere dikti… Zaman ilerledikçe içinde yunusun diğerleri gibi gidip gelmeyebileceği düşüncesi belirdi. Mutluluğun yerini o çok sık hissettiği hüzün duygusu belirmeye başlamıştı ki Akça az ilerden başını dışarı çıkardı.
Ada, yunusu tekrar görmenin verdiği neşeyle… “Akçaaa… sen geldin..” dedi..
“Elbette geldim ve arkadaşlarından sana haber getirdim,” dedi yunus.
“Oh nihayet… anlat, hadi… lütfen hadi bekliyorum..” dedi kıpır kıpır sesiyle.
“Hemen birkaç kulaçta vardım onların yanına. Birbirleriyle koyu bir sohbete dalmış görünüyorlardı. Sonra hepsinin beni rahat görebilecekleri bir yere geçtim. Selam verdikten sonra, ‘size birinden haber getirdim,’ dedim. Görecektin, bir anda herkes sus pus oldu… sonra merak içinde hep bir ağızdan, ‘kimden, kimden, söyle yunuscuk kimden’ diye sorular sorup durdular.”
“Peki sen ne dedin Akça… hadi anlat, anlat hadi.. Hiçbir şeyi atlamadan aynısı anlat ama…”
“Acele etme Ada, anlatıyorum. Onlara, ‘bir zamanlar sizinle burada sohbetler eden bir arkadaşınızdan… o da sizin gibi suyun içinde bir adayken suyun dışına çıkmış…’ ben böyle söyleyince hepsi kimden bahsettiğimi hemen anladılar ve, ‘Onu çok merak ediyoruz… şimdi neler yapıyor… mutlu mu… vakti nasıl geçiyor… kim bilir ne kadar eğleniyordur dışarda… hadi anlat, anlat yunuscuk,’ dediler.”
“Ah bi tanecik arkadaşlarım. Onlar da beni düşünüyorlarmış…”
“Evet hem de nasıl… ben araya girmesem hiç susmayacaklardı. Onlara, ‘zaten bunun için geldim buraya. Küçük arkadaşınız orda çok yalnız. Kimsesi yok. Onu ilk gördüğümde üzüntüden ağlıyordu… ama şimdi iyi… sizlerin nasıl olduğunuzu merak ediyordu…’ dedim. Sanırım adı Mercan olan, ‘iyi olmasına çok sevindim. Bizler de iyiyiz. Onu çok sevdiğimizi lütfen söyle ona. Benim de selamımı ilet. Mercan hep seni düşünüyor de lütfen… Ondan bahsetmediğimiz tek bir gün bile yok. Belki bir gün bizler de onun gibi suyun dışını görürüz… o zamana kadar kendine çok iyi baksın… bizi merak etmesin olur mu’ dedi. Ben de, ‘Tamamdır bu söylediğinizi ona ileteceğim… şimdilik hoşça kalın,’ dedikten sonra hiç vakit kaybetmeden senin yanına geldim. Hepsi bu Adacık.”
Arkadaşlarının iyi olduğunu öğrenen Ada bu kez mutluluk gözyaşları döküyordu. Onları göremese de nasıl olduklarını bilmek çok rahatlatmıştı onu. “Sana çok teşekkür ederim Akça kardeş. Sen olmasan ben ne yapardım bilmiyorum…” dedi.
“Sen canını hiç sıkma olur mu, ben sık sık senin yanına uğrarım seni yalnız bırakmam, dilediğin zaman arkadaşlarına senden haberler iletirim, tamam mı?”
“Sen çok tatlısın Akça yunus, çok teşekkür ederim her şey için…”
Onlar aralarında sohbet etmeye devam ederken, bir geminin yaklaştığını gördüler. “Buralardan pek sık bu şeylerden geçmiyor… hareket etmek, bir yerden bir yere gidebilmek ne güzel bir şey.”
“Ah Adacık, birazdan beni izle lütfen… biz yunusların çok sevdiği bir şey göstereceğim sana…”
“Ne ne? Çok merak ettim, ne göstereceksin?”
Gemi gittikçe yaklaştı… tam yanlarından geçerken Akça yunus geminin peşine takıldı. Bir dalıyor, bir çıkıyordu… önce arkasındayken hızla ön tarafa geçti, adeta bir kılavuz gibi geminin önünden yüzmeye başladı. Onu izleyen küçük Ada gördüklerine çok şaşırdı… “Vavv, ne kadar da hızlı yüzüyor,” dedi.
Ada, geminin ön tarafında bulunan bir çocuk ile bir adamın gülen yüzleriyle yunusu izlediğini, çocuğun yunusa el salladığını gördü. “Ne kadar da şanslılar… dilediği arkadaşlarının yanına gidebilirler. Sanırım dünyada bir adacık olmaktan daha kötü bir şey yok…” dedi.
2
BENEKLİ
Akça yunus gideli birkaç gün olmuştu. Canına sıkıntının iğneleri dokunduğunda gözlerinin önüne Akça yunusun geminin peşinden adeta koşturmasını getiriyor, o anı tekrar tekrar yaşıyordu. Ama elbette hiçbir hayal gerçeğin yerini alamazdı. Bu yüzden her doğan günle birlikte uykudan gözlerini açtığında onun yalnızlığını belki bir an için de olsa alacak birilerinin gelmesi için dua ediyordu.
Kendi halinde geçen iki günün ardından küçük Adanın yanı başına bir martı kondu. Bir süredir sürüden ayrı dolaşan bu kuş dinlenmek ve sohbet etmek için en yakın kara parçası olan adacığın yanına gelmişti.
Gagasını birbirine vurduktan sonra, “Bugün sanırım şanssız günümdeyim…” dedi.
Daha önce görmediği bu misafirinin neler yaşadığını merak etti Ada. “Hayrola martı kardeş, ne oldu?”
Başının tepesinde siyah bir nokta olan benekli martı konuşmayı seven bir kuştu. Hele de kendisini dinleyebilecek birilerini bulursa çenesini açar susmayı bilmezdi.
“Hımm madem ki merak ediyorsun. O halde anlatayım. Ben bir süre önce sürümden ayrıldım. Biliyorsun normalde martılar hep birlikte takılır, birlikte avlanırlar.”
Ada meraklanarak, “ee peki sen neden tek başına dolaşıyorsun?” diye sordu.
“Ben de onu anlatıyordum tam,” diyerek gülümsedi martı… “Ben onların arasında hep aynı şeyleri yapmaktan, aynı yerlerde sanki zincirle bağlıymış gibi dolaşıp durmaktan sıkılmıştım. Fırsatını buldukça yakın arkadaşlarıma başka yerlere gitmeyi, gezip dolaşmayı, farklı dünyaları keşfetmeyi öneriyordum.”
“Peki onlar ne diyordu?” diye sordu adacık.
“Çok şaşırıyorlardı… birçoğu da korktuğu için benle arkadaşlık yapmayı bile kesiyordu. Bir gün bu konuştuklarım büyük martının kulağına gitmiş. Bu arada büyük martı bizim başkanımızdır, her şeye o karar verir.”
“Neden büyük martı diyorsunuz… çok mu büyük?” diye sordu adacık.
“Martıların en yaşlısı ve en bilgesine büyük martı deriz. Nerde kalmıştık… heh… büyük martı duymuş bu söylediklerimi, daha doğrusu beni şikâyet etmişler ona.”
“Arkadaş arkadaşı şikâyet eder mi hiç… kötü..”
“Hiç sorma kardeş… ben de çok kırıldım. Oysa onlara güvenmiştim.”
“Büyük martının yanına gidince o sana ne dedi? Çok kızdı mı?”
“Onun çağırdığını duyunca çok endişelenmiştim. Sonra yanına gittiğimde bana gülümsedi ve ‘benim gençliğime benziyorsun Benekli’ dedi bana. Bana başımdaki lekeden dolayı benekli derler…”
“İsmin ne güzelmiş… ben de sana benekli diyebilir miyim benekli martı?”
“Tabii ki diyebilirsin küçük adacık… hatta buna sevinirim…”
“Peki, sonra ne oldu Benekli?”
“Kendisinin de benim yaşlarımda böyle şeyler düşündüğünü, hatta bir keresinde sürüden ayrılıp kendi başına uzaklara gitmeye niyet ettiğini söyledi.”
“Nerelere gitmiş… neler yaşamış ki?”
“Hiçbir yere gitmemiş… o yüzden hiçbir şey de yaşamamış… sadece böyle bir niyeti varmış… ama aç kalmaktan, avcılara yem olmaktan korkup vazgeçmiş… Bana da bir martı için en doğru şeyin ailenin yanında kalmak, ailenin yaptıklarını yapmak olduğunu söyledi. En son olarak da bir daha hiç kimsenin aklını böyle düşüncelerle karıştırmamamı istedi, yoksa cezalandırılabileceğimi söyledi.”
“Oysa benim kanatlarım olsaydı dolaşmadığım yer kalmazdı benekli. Ben bu dünyayı sadece sizin gibi arkadaşlarımın anlattıklarımdan biliyorum sadece. Bir yerleri kendi gözlerinle görmek, oranın içinde gezip dolaşmak onu dinlemekten kat kat daha güzel olmalı.”
“Evet küçük adacık… işte benimde içimde kanat çırpan düşünce ve duygu buydu. Sanki bir kafesin içinde yaşıyormuş gibiydim.”
“Kafes nedir benekli?”
“Bazı insanlar bizim gibi kuşları, yaptıkları küçük evciklere kapatırlar… onun içine atılan kuş dışarıyı görebilir oradan dışarıya çıkamaz… uçamaz…”
Uzaklardan bir geminin geçişiyle birlikte ikisi de sustu ve onu izlemeye başladılar. Bir yandan da denizin dalgalarının biri gidiyor biri geliyor, adacığın kayalarını hafiften okşuyorlardı. Adacık suların dokunuşunu hissedebiliyordu. Bazı fırtına zamanlarında dalgalar sertleşir, kırbaç gibi vurur, onu içine alırdı. Benekli ile olan sohbetlerinde araya giren sessizlikte küçük adacık bunları düşündü… Benekli geminin ufukta kaybolmasının ardından konuşmaya devam etti.
“Büyük martının uyarısından sonra içimden artık hiç kimseyle konuşmak, dolaşmak isteği kalmamıştı. Balığımı avlar, simitimi yer yuvama dönerdim. Bu böyle günlerce devam etti.”
“Peki hiçbir martı arkadaşın senin yanına gelip senle konuşmadı mı?”
“Hayır… hiç kimse yanıma gelmedi. Sanki aralarında anlaşmışlar gibi bana selam dahi vermiyorlardı. Evet ben kimseyle konuşmak istemiyordum ama yine de arkadaşlarımın benim yanıma gelmelerini, bir selam vermelerini bekledim.”
“Eğer benim arkadaşlarım da yerlerinden kıpırdayabilselerdi ben de beklerdim.”
“İşte öyle adacık… bir akşam karnımı doyurduktan sonra yuvama dönerken artık gitmem gerektiğini, oraya ait olmadığımı düşündüm… Sabah hiçbir martı uyanmadan ayağa kalkıp bilinmezliğe doğru kanat çırptım. Nereye nasıl gideceğimi bilmiyordum. O yüzden kendimi rüzgârın ellerine bıraktım… daha önce görmediğim yerlerin üzerinden geçtim tek başıma… önceleri içimde hep bir korku vardı… yolculuk sırasında pek çok kuşla tanıştım… onlar bana çok yardımcı oldular. Nerelerden yiyecek bulacağımı, nerelerin benim için tehlikeli olduğunu onlar sayesinde öğrendim. Zamanla kendime olan güvenim arttı… artık korkmuyorum…”
“Ne zamandır yalnızsın?”
“Üç yıl oluyor…”
“Peki benekli bugün neden sıkıcı geçti…”
Benekli gülümsedi, “nerden nereye dimi… ilk başta esas onu söyleyecektim sana… buraya gelmeden önce bir geminin peşine takılmıştım, belki bir iki simit parçası atarlar diye… ama ne yazık ki sırf dalga geçmek, oyun oynamak için bana ellerindeki çöp parçalarını attılar…”
“Bazen benim yanıma kadar çöp parçaları geliyor… neden böylesine düşüncesiz davranıyorlar… denizlerin onun içinde yaşayanların evi olduğunu düşünmüyorlar mı… “
“Düşünmüyorlar sevgili adacık… ama biliyor musun çok yer dolaştım ben… insanların içinde iyi olanları da var. Denizlerdeki, kıyılardaki çöpleri toplayanları, temizlik yapanları da gördüm ben. Keşke hepsi öyle olsa ama değiller… yapabileceğimiz bir şey de yok.”
Onlar konuşurken gökyüzünde yağmur bulutları toplanmış, birazdan yağmur damlalarını aşağıya boca edeceğinin işaretlerini veriyorlardı. Güneşin önü katman katman bulutlarla kapanınca hava da gündüz vakti karardı. Benekli martı sığınacak bir yer bulması gerektiğini biliyordu. Böyle havaları hiç sevmezdi. Başını sıkıntıyla salladıktan sonra, “gitmem gerekiyor adacık… yağmur kendini tam olarak göstermeden su almayan bir delik bulsam iyi olur…”
Küçük adacık da onu onayladı… “haklısın gitsen iyi olur… keşke benim üstümde senin yuva yapabileceğin bir yer olsaydı ama yok… kendine çok iyi bak…”
“Sen de adacık… yine görüşürüz” deyip kanatlarını çırparak havalandı benekli martı.
Beneklinin arkasından bakan adacık kendi duyabileceği bir mırıltıyla, “güle güle sevgili benekli, sen yalnız bir kuşsun ama kendini kafese kapatmamış özgür bir kuşsun… iyi ki seni tanımışım sevgili arkadaşım,” dedi gülümseyerek.
3
KÜÇÜK MİSAFİR
“Sen de kimsin?”
“Ben çok uzaklardan geliyorum…”
“Ama denizden buraya doğru gelen hiçbir gemi olmadı… senin gelişini görmedim… nasıl bir gemiyle geldin buraya?”
“Deniz mi? Yo hayır ben gökyüzünden geldim?”
Küçük adacık dikkatlice bakmış, “ama senin kanatların yok… bir kuşa benzemiyorsun…”
“Benim geldiğim yerde kanatlara ihtiyaç yoktur ki… orada her şey dilediği gibi istediği her yere her zaman gidip gelebilir. Gözünü kapatıp bunu hayal etmesi yeterlidir.”
Küçük adacık duyduklarına çok şaşırmış… çevresinde hiçbir tanıdığın böyle özellikleri yokmuş. Kuşlar kanatlarını, balıklar yüzgeçlerini, insanlarsa ayaklarını kullanıyormuş hareket etmek için… gözlerini kapatıp diledin yere gidebilmek, ne müthiş olmalı demiş içinden.
“Evet öyle,” demiş küçük misafir.
Ağzını açmadığından, konuşmadığından eminmiş küçük adacık, buna rağmen bu yabancı çocuk onu nasıl duyabilmiş…
“Evet seni duyuyorum. Benim seni duyabilmem için düşünmen yeter küçük adacık. Hatta aklından sözcükler geçmese bile kalbindeki duygular titreşse bile onu biz anlarız.”
“Nereden geliyorsun peki küçük arkadaşım…?”
Küçük misafir, işaret parmağıyla gökyüzünde parlayan bir yıldızı gösterdi, “benim evim, işte oradaki yıldızın yakınında,”
Küçük adacık akşamları yıldızları izlemeyi severdi. Ama oralarda birilerinin yaşayabileceğini hiç düşünmemişti. “Senin evinin bir ismi var mı?”
“İsim mi? İsmi benim evim… ona başka bir isimle seslenmedim bugüne kadar.”
“Sen evinde neler yapıyorsun… bana orayı anlatır mısın… çok merak ettim.”
Küçük misafir olduğu yere oturdu. Adacığın merakı onun çok hoşuna gitmişti. Genel de kimse onu ciddiye almaz, söylediklerine inanmazlardı. Adacık ona inanıyordu.
Bu yüzden içinden ona karşı sevgi hissetti, “Sen çok tatlısın küçük adacık. Biliyor musun, daha önce de gelip gittim sizin dünyanıza… Pek çok kişiyle tanışıp konuştum ama çocuklar haricinde kimse bana inanmadı. Çocuklar inansalar da beni yeterince anlamadı. Oysa şimdi senin beni anladığını, yürekten inandığını hissediyorum. Bu beni çok mutlu etti. Sana öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Bu dünyada yaşayanların en büyük sorunu inanmamaları. Birçoğu benden korktu, oysa kalplerini açıp beni dinleyebilselerdi kaybedecekleri bir şey olmazdı…”
“İnsanları pek tanımıyorum ben. Onları yalnızca yakınımdan geçen gemilerinde etrafı seyrederken görüyorum. Genelde gemiler uzaktan geçer…”
“Biliyor musun belki de bu senin için bir şanstır. Çünkü kötülük denen şeyi onlar yarattı. Birçoğu hiç doymayan bir açlık içinde yaşıyor. Ve dünyada her şeyi açlığını gidermek için kullanabileceği araçlar olarak görüyorlar. Böyle insanların için senin gibi küçük bir kara parçası bile ele geçirilecek bir yerdir. Kötü insanlar senin tüm özgürlüğünü elinden alabilir… iyi ki yakınında değiller.”
Adacık, küçük misafirin söyledikleri karşısında korkuyu hissetti. Eskiden gördüğü devasa deniz canavarları bile ona dokunmamışken iki bacaklı küçük varlıkların onu ele geçirip hapsetmeleri düşüncesiyle irkildi. Benekli martının söyledikleri aklına geldi… simit yerine ona taş atanları…
“Keşke hiç su yüzüne çıkmasaydım… ya bir gün beni bulup kafese kapatırlarsa ben ne yaparım…”
Küçük misafir adacığın bu saflığına gülümseyerek yanıt verdi… “Korkma adacık korkma… ben seni onlara karşı korurum. Eğer bir tehlike sezersen… benim yıldızıma bakıp beni çağır, ben duyarım seni.”
Bu duydukları küçük adacığı rahatlatmıştı. Bu yeni arkadaşına, onun dostluğuna tüm kalbiyle inanıyordu.
“Benim evim senden biraz daha büyüktür. Tıpkı seninle konuşmayı sevdiğim gibi onunla sohbet etmeyi de çok severim.”
Adacık mutlulukla tebessüm etti.
Küçük misafir konuşmasını kesmeden sürdürdü, “Benim evimde bir uzay feneri bulunur. Sizin buralardaki deniz fenerine benzer. Fenerin en tepesinde hiç sönmeyen bir ışık yanar. Böylece kayan yıldızlar benim evimi uzaktan görüp yönlerini değiştirebilirler… Onların bazıları benim evimin yerini ezberlemiştir, fener kapalı olsa bile bana çarpmazlar… Belki sen de görmüşsündür onları? Birçoğu yönlerini şaşırıp sizin dünyanıza giriş yapar ve parçalara ayrılıp küçük parçalar halinde parlayarak düşerler.”
Küçük misafiri dinleyen adacık bir yandan da gökyüzüne bakıyordu… onun bahsettiği hareket eden ışıklardan daha önce görmüştü…
Küçük misafir sanki hissetmişçesine parmağını kaldırıp, “işte bak bir tanesi kayıyor,” dedi. Adacık, misafirin gösterdiği noktaya bakınca kayan yıldızı o da gördü…
“Biliyor musun sizin dünyanızdaki insanlar böyle kayan yıldızlar gördüklerinde dilek tutarlar. Hadi sen de bir dilek tut, ama bana söyleme,” dedi gülümseyerek.
Küçük adacık sevinçle gözlerini kapadı… “hep içimde olan o dileği tuttum,” dedi.
Küçük misafir, “güzel bir dilek tuttun,” dedi ona.
“Bazen bu gezgin yıldızlar beni evimden alıp dolaştırırlar. Onların sırtında sohbet ede ede gezeriz. Sen mesela olduğun yerde hareketsiz kalmaktan, gidememekten şikâyet ediyorsun ya… onlar da hep gezip tozmaktan, bir an bile durup dinlenmemekten şikâyet edip dururlar. Senin anlayacağın kimse bulunduğu yerden memnun değil küçük adacık… hep başka şeyler istiyorlar.”
“Senin böyle isteklerin yok mu hiç?”
“Hayır… belki de istediğim yerde durup istediğim yere gidebildiğim için mutluyum. Keşke seninle biraz daha sohbet etme şansım olsaydı küçük adacık. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum. Belki yine görüşürüz. O zaman kadar hoşça kal.”
“Aaa ama neden gidiyorsun. Ben de seninle tanıştığım için mutlu olmuştum…”
“Birazdan güneş doğacak ve sen uyanacaksın… o yüzden,” dedi küçük misafir…
“Anlamadım… “dedi adacık… ama güneş doğmuştu… ve küçük adacığın gözleri bir rüyanın içinden gerçeğin içine açılmıştı.
“Hepsi rüya mıydı bunların…” dedi üzgün bir sesle. Güneş ışığının boyadığı gökyüzü tüm parlaklığıyla yıldızları saklamıştı. Ama yine de rüyada da olsa küçük misafirle tanışmış olmanın sevincini hissetti içinde. Gökyüzüne bakıp “güle güle arkadaşım” deyip gülümsedi küçük adacık.
4
DOSTLUKLA
Rüyadan bir gün sonrasıydı. Etrafta kimsecikler yoktu. Dalgalar alıp başını gitmiş, geride pürüzsüz, uykulu bir deniz bırakmıştı… işte tam o an yağmur geldi. Güneşli gökyüzünden yağmur taneleri tek tek kendilerini çarşaf gibi gerilmiş denizin yüzüne bırakıyor, bi anlık bir iz oluşturup sonra denizin parçası olup yitiyorlardı.
Ada, “deniz her yerde, bazen kendini tutamayıp gökten düşüveriyor…” dedi kendi kendine. Damlaları izlerken, “ne de güzeller,” dedi.
Yağmurun dinmesi çok sürmedi. Birden gelip giden yaz yağmuruydu. Onun peşi sıra kendini gösteren gökkuşağı görenlere hayranlık veriyordu. Ada dalgınlıkla bu renk cümbüşünü izlerken yanı başında büyükçe bir kuş belirdi. “Merhabalar, izin verirsen biraz dinlenebilir miyim?” dedi karabatak…
Ada, “elbette, kendi evin bil beni… istediğin kadar kalabilirsin kara kuş,” dedi.
Böyle sevecen bir karşılama beklemeyen karabatak neşeyle ayak bastı adacığın sırtına. “Çok teşekkür ederim… kanat çırpmaktan batıp çıkmaktan kara sular indi dört bir yanıma… suyun soğuğuna da artık dayanamadım. Eğer bana izin vermeseydin kıyıya bu yorgunlukla nasıl giderdim bilmiyorum.”
“Ah… teşekküre hiç gerek yok sevgili kara kuş. Senin gibi arkadaşlar olmasa esas ben ne yapardım…”
“Benim arkadaş edinecek pek vaktim yok. Yakaladığım balıkları yuvada bekleyen küçük yavrularımıza götürüyorum.”
“Annesi ne yapıyor?”
“Ben yuvaya ulaştığımda bu kez o dışarı çıkıp yiyecek arar.”
Adanın hiç anne babası olmamıştı… bi anlığına dalıp gitti. “Adacığım” diyerek öpüyordu annesi onu… Babası tüm heybetiyle yanına geliyor onu kucağına alıyordu.
“Daldın gittin adacık, yüzündeki gülümsemeye bakılırsa güzel şeyler düşünüyordun,” dedi karabatak.
“Sen denize dalıp çıkarken ben de böyle hülyalara dalıyorum kara kuş…”
“Benim koşuşturmaktan hayal kurmaya pek mecalim kalmıyor… bir burada bir ordayım, gece olup da gözlerimi kapadığımda bir bakmışım yine sabah olmuş ben yine balık avındayım. Hiç rüya görmedim ben. Sanırım onun için de ayrı bir vakit gerekiyor. Görse görse benim minik yavrularım görür… bütün gün yuvada mama bekliyorlar vakitleri çok onların,” dedi ve bir kahkaha attı karabatak.
“Yavruların çok şanslıymış kara kuş. Onların karnı doysun diye uzun yollar aşıyorsun, soğuk sulara giriyorsun…”
“Anneleri de benim yaptıklarımın aynısını yapıyor küçük adacık. Hatta benden daha çok balık yakalayıp dönüyor eve. Nasıl yapıyor, nerden buluyor bilmiyorum. Belki de anne olmanın farkıdır.”
“Bilmiyorum,” dedi adacık. Yavrular için sevinmişti… tek başına kalmanın ne demek olduğunu biliyordu o.
“Her şey için teşekkür ederim adacık… bana dinlenme fırsatı verdin… fırsat buldukça yanına gelmek isterim… olur mu?”
“Hem de çok güzel olur sevgili kara kuş…” dedi adacık..
“İş beni bekler… şimdilik hoşça kal arkadaşım…”
“Hoşça kal kara kuş, görüşürüz tekrar…”
Gün boyunca diğer arkadaşları da uğradılar yanına… hem kendileri dinlendiler hem de Adayı dinleyerek onun yüreğini dinlendirdiler. Yunus sık sık yaptığı gibi deniz altındaki diğer adacıklara haber taşıdı ondan. Zaman ayağı hiçbir şeye takılmadan, durmak bilmez bir koşuyla ilerledi… Akşam yine gösterdi o sevimsiz yüzünü.
Akşam olmasını hiç istemezdi Ada. Havanın kararmaya başlamasıyla çevresinde kim var kim yok giderdi. Güneş kızıla boyanıp ufuk çizgisinden aşağı kaymaya yakın yunus bir hoşça kalın ardından uzaklaşırdı oradan. Martı her gün gelmezdi, geldiğinde de uzun kalırdı ama o da yunus gibi güneşin batışıyla beraber kanatlanırdı oradan. Sessiz arkadaşı kaplumbağa onlardan bir nebze farklıydı… o zaman zaman uyuyakalır bazen onun yanı başında gecelerdi… sabah güneşiyle beraber onu uğurladığı çok olmuştu… kaplumbağayı her misafir edişinde, “keşke daha çok konuşsa, konuşmayı sevse,” derdi içinden onun için.
Gün, ışığı heybesine toplarcasına geride karanlık bir dünya bırakıp gitmişti. Küçük Ada alışkın olsa da canı sıkıntıdan ezim ezim ezilirdi akşamları. Ona kalan tek şey de gözlerini kapatıp kıyısına birbiri ardınca dokunup çekilen dalgaların sesini dinleyip rüyalara dalmaktı. Yine sabahın gelmesini bir rüyanın içinde beklerken güçlü bir ışık demeti ve ses ile uyandı adacık. Karanlığın içinden ona doğru gelen ışık kümesi vardı… korkuyla bekledi onları. Gelen bir hücumbottu. Kıyısına yanaştıklarında içindekiler hiç zaman kaybetmeden sert ayaklarıyla bastılar adacığın üstüne. Bir yandan da biri, “Haydi aslanlarım… en üst noktaya dikiyoruz, sağlam olsun, rüzgârda savrulmasın hadi bakayım,” diye bağırıyordu. Onun konuşmasının ardından peş peşe “emredersiniz komutanım” diye başka sesler yankılandı. Ada bu olan bitenden hiçbir şey anlamamış, heyecandan çarpan kalbinin sesini duyarak bir an önce huzura kavuşmayı beklemişti. En sonunda geldikleri gibi gittiler. Ancak küçük adacığın canı acıyordu. Sırtına bir şey saplayıp geçip gitmişlerdi. “Bana ne yaptılar… neden…” deyip durdu sabaha kadar. İlk günlerdeki gibi gözyaşlarına hâkim olamıyordu. “Ben kimseye bir şey yapmadım ki, neden sırtıma bir şey sapladılar… canım çok acıyor…”
Onun ağlamaklı hüzün dolu sesini yine ilk yunus duydu. Olanca hızıyla vardı onun yanına. “Ne oldu adacık sana ne oldu söyle… kim kalbini kırdı?” Yunus çok geçmeden adacığın sırtında dalgalanan uzun çubuğu fark etti. “Bu da nedir böyle?”
“Bilmiyorum yunusçuk. Dün gece beni uykumdan uyandırdılar sonra da sanki onlara bir şey yapmışım gibi sırtıma bunu saplayıp kaçtılar.”
“Bu bayrağa benziyor… genelde gemilerde ya da kıyılarda görüyorum bunlardan. Ama sen bir gemi ya da kıyı değilsin ki…”
“Peki insanlar gemilerinde ya da kıyılarında neden kullanır bunu?”
Soruyu sorduğu esnada karabatak şaşkınlık içinde yanlarına vardı… ” Bu da nedir? Oyun mu oynuyorsunuz yoksa çocuklar?” diye sordu oradakilere.
“Hayır kara kuş, insanlar dün gece gelip sapladılar bunu… sebebini bilmiyorum.”
“Hmm… bu bir bayrak… sanırım seni işaretlemişler.”
“İşaretlemek mi?”
“Evet. Nasıl başka hayvanlar bulundukları yerin kendilerine ait olduğunu belli etmek için oraya kokularını bırakırlar ya insanlar da sahip çıktıkları yerleri bayraklarıyla işaretliyorlar.”
Küçük Ada duyduklarına çok şaşırmıştı. “Ama ben kimsenin değilim… olsa olsa bu denizin bir parçasıyım… ya da sizin arkadaşınızım. Beni işaretleyip ne yapacaklar ki…” Tüm bu olanlara anlam veremeyen bakışlarla süzdü arkadaşlarını. “Lütfen dostlarım yardım edin bana. Şu sırtımdaki acıdan kurtarın beni, ne olur.”
Güneş en dik noktaya eriştiğinde martı da katıldı onların arasına. Her şeyi ona da anlattılar. Kara batak ve Benekli güçlerinin buna yetmeyeceğini düşünüp kanat çırparak uzaklaştılar. Yunus’un da yapabileceği bir şey yoktu. “Keşke ayaklarım ve ellerim olsaydı o zaman senin sıkıntını hemen çözerdim adacık,” dedi üzülerek.
Birkaç saat geçmişti ki önce Benekli yanında bir pelikanla döndü… karabatak da iki kendi cinsinden arkadaşıyla biraz sonra göründü. Adacığın üstü o zamana hiç bu denli kalabalık olmamıştı. Kuşlar gagalarıyla yapıştılar bayrak direğine. Bir sağa bir sola sallamaya başladılar. Bayrak direği yerleştirildiği yerde hareket etmeye başlamıştı… en sonunda hep birden direği yukarı doğru çektiklerinde direk olduğu yerden ayrıldı ve yana düştü. Oradaki herkes dans edercesine kanat çırpıp küçük adacığı kurtarmanın sevinciyle haykırdılar.
Adacık çok rahatlamıştı. “Siz olmasaydınız ne yapardım ben dostlarım,” dedikten sonra mutluluk gözyaşları döktü.
Onlar sevinç içinde dans ederlerken deniz de adacığın bir dostuymuşçasına bayrak direğini dalgalarının elleri varmışçasına tutup ta uzaklara götürdü.
“Ah dostlarım umarım bir daha sizin dışınızda kimse ayak basmaz buraya… illa bir bayrak gerekiyorsa bu sizin kanatlarınızın rüzgarıdır, sözcüklerinizin şefkatli dokunuşudur… başka bir işaret istemiyorum… İyi ki varsınız,” dedi küçük adacık.
Sonra yine akşam oldu. Adacık yine birilerinin gelip ona kötülük etmesinden korktu. “Şimdi gelseler ne yapabilirim ki?” Sorduğu soruyu yine kendi yanıtladı: “Hiçbir şey.” Ellerinde sopalarıyla o birilerinin yine gelmemesi için dualar ederek ufka doğru baktı Adacık. “Burada arkadaşlarım olsa da ben buraya ait değilim,” dedi ve sustu.
5
DEPREM
Ada çevresine bakındı. Yüzmeyi yeni öğrenen dalgacıkların elinden tutmak istedi bir an… “ellerim olsaydı tutup çekerdim; gitmek istediğinizde sırtınızdan iterdim sizi çocuklar” dedi gülümseyerek. “Ama zaten kimseye ihtiyaç duymuyorsunuz. Bir gelip bir gidiyorsunuz ne güzel. Bir yere çakılıp kalmamanın, bir yerde kıpırtısız durmak zorunda olmamanın keyfini çıkarın emi.”
Eteklerine dokunup sonra ak köpüklere boyanan dalgaların hışırtısını dinledi. Sırtından çıkarılan bayrak direğinin bıraktığı sızıyı dinledi. Günlerdir dalgaların dilsiz ziyaretlerinin haricinde tek başınaydı.
“Herkesin işi gücü var… onlar da haklı. Her gün benim yanıma gelemezler ki…” dedi iç çekerek. O bir türlü kendisini terk etmeyen sıkıntı kara kara açığa çıkmıştı yine. İçinde bulunduğu durumda ayakta kalmak için ona hiç benzemeyen varlıklara muhtaç olduğunu hissediyordu. Ve en kötüsü de yalnızca onlar istediği zaman bu buluşmaların olabilmesiydi. “Gidememek…” derken yutkundu…
Ansızın göğü kuş sesleri kapladı… çığlık çığlığa kanat çırpan kuşlar sanki bir şeylerden rahatsızlık duymuşçasına huzursuzluk içinde çırpınıyorlardı. Birkaç yunus başını suyun dışına çıkarmış kuşlar gibi ötüyordu. Ada daha önce buna benzer bir şey görmemişti. “Neler oluyor çocuklar… neden böyle davranıyorsunuz?” der demez o haber verilen misafir kendini gösterdi. Adanın tüm gövdesini sarsarak yerin diplerinden bir zelzele çıkageldi. Sular kabarırken Adanın denizler altına uzanan gövdesinde bir şeyler kırıldı. Tüm bunlar olurken o korkuyla açılmış gözleriyle olanları anlamaya çalışır gibiydi. “Fırtına mı bu? Ne oluyo…” sorusu kendisini tamamlayamadan Ada kendini eski zamanlardaki gibi çalkalanan suların altında buldu…
Deprem elindeki çekiciyle olanca gücüyle vurmuş, her şeyi sanki o eski günlere geri çevirmişti. Doğa nihayet yatıştığında Ada ona seslenen Mercan’ı duydu.
“Ahh bu bir mucize. Aynen eski günlerdeki gibi…” dedi Mercan.
Ada şaşkınlıktan kendine henüz gelememişti. “Ne oldu böyle? Sihir mi bu yoksa?” diye seslendi Ada.
Mercan kahkahayla gülerek, “Belki de öyledir Adacık, sana kavuşmayı o kadar çok istedim ki, kim bilir belki de…”
“Ben de öyle Mercan. Sizi ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsiniz. Ama söylemem gerekiyor ki, orada da çok özel arkadaşlarım oldu. Onlar olmasa bunca zaman nasıl geçerdi bilmiyorum.”
“Aramızda haber taşıyan o yunusu görmeye devam edebilirsin,” dedi bir başka kayalık.
Adacık bunu aklına getirmemişti. “Haklısın… bak buna çok sevindim. O benim en iyi arkadaşlarımdan biridir… umarım en yakın zamanda gelir buraya Akça yunus. Karabatağı, Benekliyi de görmeyi çok isterdim. Kim bilir belki de çok istersem onları yine görebilirim.”
“Ne yoksa yine gitmeye mi niyetlendin Adacık,” dedi Mercan.
Adacık gülümsedi, “yo yo… benim yerim sizin yanınız dostlarım. Ama beni buraya, sizin yanınıza getiren o sihir belki de onları yeniden görmeme de izin verir, ne dersiniz?”
Adacığın sözünü bitirmesinin ardından adeta bir şimşek gibi Akça yunus çıkageldi.
“Adacık, Adacık… iyi misin… sen burda ne arıyorsun… ne oldu böyle… neden dışarda değilsin?..” Akça heyecanlanmış, gördükleri karşısında soru üstüne soru sormaya başlamıştı.
Akça yunusu gören Ada içinde büyük bir mutluluk hissi duydu. “Seni gördüğüme çok sevindim canım benim. Merak etme ben iyiyim. Bir şeyler oldu ama ne olduğunu bilmiyorum kendimi evimde buldum.”
Adanın mutluluğunu gören Akça yunus rahatladı. “Buna çok sevindim Adacık. Ne olursa olsun ev gibisi olmuyor dimi?”
“Evet öyle Akça… her ne kadar beni sık sık ziyaret etseniz de benim yerim, yurdum gerçekte burasıydı. Arkadaşlarımı özleyecek olsam da o sıkıntı ve yalnızlığı artık hissetmeyeceğimi biliyorum. Artık onlarla benim aramda sen habercilik yaparsın olur mu Akça?” dedi Ada…
Akça yunus, “Zevkle, ne zaman istersen kardeşim,” dedi.
Yunus ile Adacığın arasındaki bu diyaloğun ardından Adacık diğer arkadaşlarına dışarda neler yaşadığını, orasının nasıl bir yer olduğunu anlatmaya başladı. O konuşurken herkes meraktan, duydukları karşısında şaşkınlıktan ağızları açık onu dinlediler. Akça, Adacığın huzuru bulmuş olmasının rahatlığıyla ayrıldı onların yanından…
Nihayet adacık yurduna dönmüştü. Kendisiyle aynı varoluşa sahip dostlarıyla artık huzur içindeydi.