Bu toprakların, toprakta oynaşan örümceğin, karıncanın, göğe doğru boynunu sarkıtan ağaçların, ağaçta yuvalayan dostumuz kartalın ve tüm canlıların adı vardı. Onlara adıyla seslenmeye atalarımız, babalarımız başlamıştı. Tüm gördüğün, görülmeyen her şeyi öykülerimizde masallarımızda bin yıllardır andık durduk.
Kırılan dal ile kırıldık, ağlayan çakal ile ağladık, onlar ne söylediyse bizim hakkımızda, dostlukla anlatılanları dinledik.
Bazen bizim yaşamamız için kardeşlerimiz kendilerini sundular bize. Gözümüz ağlarken, dualar okurken doyurdu çocuklar karınlarını. Hepsinin kardeşiydik. Kendimize onların isimlerini verdik bu yüzden. Ayırmadık kendimizi onlardan. Biz onlarındık, onlar bizimdi. Hiç bilmedik delilik olan sahip olmayı.
Sonra beyaz derili, soluk benizli, canlılar çıktı ortaya virüs gibi birken bin oldular. Önce onları da kardeş bildik tüm canlılar gibi. Gülerek geldiler yanımıza.
Gülmenin başka şeyler anlatacağını daha önce bilmezdik. Bizim için yalnızca renkli taş olan şeylere dokundukça onların gülüşleri kahkahaya çevriliyordu. Hiç anlamadık. Bütün renkli taşlarımızı aldılar bir bir, verdik kardeşe. Ama yetmedi onlara hiçbir şey. Bir gün Küçük Kuş’un (çocuk) boynundakini zorla çıkarmaya çalıştılar, ağladı küçük kuş, vurdular onu öfkeyle. Elleri dokununca taşa güldüler sevinçle. O gün her şey değişti.
Her şeyi aldılar. Kardeşlerimizi bir bir o ateşli borularıyla vurup, isimlerini bile öldürdüler. Oysa hepsinin bir ruhu, bir adı vardı.
Şimdi adım… kimsem yok. Kendi kendime konuşmaktan başka hiçbir şeyim yok…
Erkan K.